63 yıl önce katledilen Mirabal Kardeşler kadınların mücadele tarihinde önemli bir yere sahip. Onların Rafael Trujillo diktatörlüğüne başkaldıran iradeleri ezilen dünya kadınlarının bilincinde var olmaya, yeniden yeniden filizlenmeye devam ediyor. Mirabal Kardeşlerin mücadelesi kadına yönelik şiddette devletin büründüğü biçimleri anlamak açısından da özellikle incelenmesi gereken bir değer.
Kadınların toplumsal mücadelede kapladığı yer egemenler cephesinde her zaman dikkatle ele alınmak zorunda kalınmıştır. Hele ki kadınların, Mirabal Kardeşler gibi kitlelere önderlik etme misyonu bir gerçekliğe bürünmüşse her türden aşağılık saldırıyla bu irade yok edilmek, yıpratılmak istenir.
Miraballer Trujillo’nun bahsettiği kadar korkunçlar mıydı? Bizim için değil, onlar için ise evet: korkutucu bir devrimci irade! Egemenlerin kadını algılatma biçimi “iyi, fedakâr, mazlum” şeklindedir. Bu sıfatlara sığmayan kadınlar ise öcüleştirilir, kitlelerde onların aslında “kadın” olmadığı algısı yaratılmaya çalışılır. Mirabal Kardeşler bunun bir örneğidir. Onlara yapılan daha başlangıçta bile budur. Benzer örneği Türkiye’de bir gerilla komutanı olan Ayfer Celep’te gördük. “Melek yüzlü canavar” diye sunulan Ayfer kadın özgürlük mücadelesinin en keskin alanlarında savaştı, Komünist ve Emekçi Kadınların devrimci mücadelesinin ürünü olan 8 Mart gününü selamlama eylemi sırasında da ölümsüzleşti. O da Miraballer gibi mücadelesini kadın ezilmişliğiyle sınırlamamıştı. Ayfer ve Miraballer’i ortaklaştıran bilinç kadın özgürlüğünü toplumsal mücadelenin bir hedefi olarak, onun ayrılmaz bir parçası olarak görmeleridir.
Devletin erkek egemen niteliği hemen hemen tüm saldırılara da rengini vermektedir. Örgütlü kadınlar gözaltı, tutuklama, katledilme, cinsel saldırılar ile “cezalandırılırken” örgütsüz kadınlar (kadın kitleleri) her türden saldırının hedefi haline getiriliyor. Egemenler kazanılmış hakların gaspı, kürsülerde pekiştirilen kadın düşmanlığı, eğitimin cinsiyet eşitsizliğine dayandırılması, yoksulluğun kadınların omuzlarına yüklenmesi gibi yığınla, çok çeşitli saldırılarla kadının toplumsal yaşama ve nihayetinde toplumsal mücadeleye katılmasını engellemeye çalışmaktadır. Bunlar da esasında toplumsal bilinci şekillendirme ihtiyacından doğmaktadır.
ERKEK ŞİDDETİNİN DEVLET YÜZÜ
Devletin kadın düşmanlığında saklayamayacağı, zaten artık saklamaya da çalışmadığı bir yüzü var. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sürecinde kadınlarda daha “güvensiz” bir düzen oluştuğu temayülü oluştu. Bu bizzat devlet sözcüleri tarafından yaratıldı. Yargı ve medya aracılığıyla da desteklenen “yeni” durumla birlikte erkek egemen anlayışlara daha fazla alan açıldı. Yeni infaz yasasında, Anayasa tartışmalarında, Aile Şûralarının niteliğinde, okullardaki düzenlemelerde göreceğimiz üzere mutlak bir kuşatılmış kadın unsuru, kadın özgürlük mücadelesinin hedefe konduğu bir veya birçok nokta var.
Kadın katilleri birkaç yıl hapis yatıyor, çocuk istismarcıları, tacizci ve tecavüzcüler kimi zaman tutuklanmıyor kimi zaman da ödül gibi cezalarla birkaç ay içinde tahliye ediliyor. LGBTİ+ları katleden ise “kahraman” gibi muamele görüyor. Kamuoyu tepkisi oluştuysa da tepki çekmemek adına göstermelik cezalar veriliyor. Bu cezalarda da sonradan indirime gidiliyor ya da yeni infaz yasası kapsamına dahil ediliyor.
Yargının erkek egemen niteliği bununla da sınırlı değil! Boşanmak isteyen kadınların mahkeme salonlarında yıllarını geçirdiği, nafakaların istenmeye değmez derecede düşük tutulduğu ya da zaten karşı tarafça karşılanamaz olduğu, boşanan kadına devlet desteği sağlanmadığı, koruma tedbirlerinin uygulanmadığı bir adalet düzeni var. Fiili olarak zaten engellenen bu haklar yargı eliyle ama bu kez resmen engelleniyor.
Devletin kadın kitle hareketinin daha güçlü olduğu dönemlerde bugünkü gibi davranamasa da süreklileşmiş bir davranış biçimi var. Devlet bağımsız olmayan yargısıyla kadın cinayetlerinin de önünü açan bu pozisyondan hiçbir zaman vazgeçmedi. 2023’ün ilk 10 ayında 332 kadın katledildi. Onlarca kadın intihara sürüklendi. Katledilen bazı kadınlar failleri hakkında koruma tedbiri aldırmıştı. Kimisinin katledilmesi faillerinin tutuklanmasına bile yetmedi.
Ev içi şiddeti normalleştirme politikalarını besleyen en önemli unsur olarak karşımıza feodalizm çıkıyor. Kadının üretimde olmadığı koşullarda eve hapsolduğunu, hatta zor yoluyla hapsedildiğini, dışarının ona yasaklandığını ya da sınırlandırıldığını biliyoruz. Kadın “bakıma muhtaç” aile üyelerinin bakımından doğal olarak sorumlu olduğu bilinciyle, ev işlerinin doğal işçisi olduğu duygu ve düşüncesiyle, sosyal ortamlarda ona zerk edilen bu feodal bilinçle gericilik cenderesinde bir yaşama mahkûm ediliyor. Toplumsal üretimden gelen bilince kapalı olmak köhnemiş birçok düşünceyi hem koruyor hem de geliştiriyor. Kadının yerinin zaten ev olduğu, anne ve eş olma görevlerinin Tanrı emri ve yapılmak zorunda olunan işler olduğu türünden düşünceler sürekli üretilecek ve geliştirilecek alanlara sahip: TV programları, haber kanalları, aile ortamları, ibadet ve inanç merkezleri gibi çeşitli sosyal ortamlarda bu düşünceler tekrar tekrar öğretiliyor. Egemenlerin ideolojik saldırıları bu türden sosyal alanlarda hayat buluyor. Ev içi emeğin ve ev içi şiddetin görünmemesinin sebebi toplumun yapı taşı olduğu iddia edilen ailenin toplumsal olmamasından, özel tutulmasından kaynaklanıyor. Kadın toplumsal statüsüyle bir kadın olmaktan çok önce bir anne, abla ya da kız kardeş, birinin karısı, halası, teyzesidir. Bu akrabalık veya aileden kimlikler kadının öncelikli kimlikleridir. Kadın her şeyden önce bu kimlikleri adabıyla taşımaktan sorumludur. Bu sorumluluklar ona emredilmiştir! Özel ama egemen ideolojinin hâkimiyeti altında bir özel! Nihayetinde yaygın bir söylem de olan “Aile içinde yaşanan aile içinde kalır.”
8. Aile Şûrası’nda Erdoğan tarafından egemenlerce boşanmalardan, evlilik yaşının yükselmesinden, ürememekten rahatsız olunduğu çok net ifade edildi. Devlet modern insanın “kötü” özellikleri olarak lanse edilen bu durumlardan kurtulmak için kollarını sıvadı. Evlilik yaşını düşürmeyi de sağlamak üzere evliliği daha olanaklı hale getirmek için faizsiz kredi imkânı sunmaya başlayacak. Yıllardır nafaka hakkı tartışmaları sürüyor. Kadınların evli kaldığı süre kadar nafaka alması gibi absürt öneriler sunuluyor. Bu tartışmaların yasal düzenlemeler için zemin hazırlığı olduğu biliniyor. Kadınlar zaten ekonomik bir saldırıyla karşı karşıya kalarak boşanmayı en son seçenek olarak düşünmek zorunda. Böylelikle boşanma hakkının da fiili olarak engellenmeye devam edeceği ihtimaller arasında. Yani erkekler ya da kadınlar aslında boşanamıyor; devlet boşamıyor. Çoğu kadın istediği için değil, boşanamadığı için evli!
Devletin toplumu şekillendirmek için kullandığı araçların hepsinin niteliği kendisi gibi erkek egemendir. Cemaat ve tarikat örgütlenmeleri ve eğitim kurumlarını da bu bağlamda etkin kullanmaktadır. Sağladığını iddia ettiği tüm “olanaklar” ile toplumdaki bireyleri küçük yaştan itibaren işlemektedir. Burjuva-feodal düzene uygun dizayn edilmiş bu olanaklar yoksulluğun had safhaya ulaştığı günümüzde kitleler tarafından “mecburi istikamet” olmaktadır. Yatılı cemaat okulları ve yurtlarıyla, okul öncesi eğitime kadar inen din dayatmasıyla, müftüleriyle ve KYK yurtlarıyla kadını ikinci cins olarak gören ve bu nedenle kendinde kadını “kullanma” hakkı gören anlayışları beslemektedir. Genç kadınlar üzerindeki baskıyı da yurda giriş-çıkış saatlerini sıkıca denetleyerek, giyime karışarak, bu türden disipline uymayanı yurttan atarak sürdürmektedir.
Yoksulluk kadın üzerindeki baskıların temelidir. Toplumsal mücadelenin önemi buradan anlaşılacaktır. Kadınlar erkek egemen ideolojinin hâkim olduğu alanlara bu yolla sıkıştırılmaktadır. Bu alanlarda “kendi kadınını” yaratma anlayışlarına karşı çıkıyoruz. Yoksulluk nedeniyle aileye, yurtlara, güvencesiz çalışma koşullarına mahkûm bırakılan kadınlar eyleme, özgürlük için mücadeleye katıldığında kazanımlar sağlamıştır. Kadınların örgütlenmesi ise kazanımların kalıcılaşmasını, mücadelenin süreklileştirilmesini getirecektir. Mirabal Kardeşler’in isyan bayrağını yükseltelim, özgürlüğümüz için mücadeleye atılalım.