Tüm toplumlarda ve bugün yaşamın her alanında kadına yönelik şiddetin varlığından bahsedip duruyoruz. Bu şiddetin kökenlerinden başlatılan tartışmalar da şiddetin aldığı biçimleri içine alacak şekilde ilerletilmeye devam ediyor. Tartışmalara kaynaklık eden olguları ise belli başlı sorular oluşturuyor. Bu sorular şunlardır: Kadına yönelik şiddetin kaynağı nedir? Erkekler neden şiddet uygulamaktadır? Kadın cinsinin tarihsel olarak ikinci plana itilmesinde şiddetin rolü nedir? Bütün bu soruların yanıtlarına baktığımızda ise incelenmeye muhtaç bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bunun için bütün bu soruların yanı sıra bugün sorulmaya ihtiyaç duyulan birkaç soruyu da biz eklemek istiyoruz. Kadına yönelik şiddetin tarihsel kökleri konusunda elimizdeki bilgiler nelerdir? Bu bilgiler bilimsel midir? Değilse neden bilimsel değildir? Kadına yönelik şiddet konusunda parçalı duran çok sayıda veri nasıl incelenmelidir? Bu soruları sormak zorundayız çünkü kadına yönelik şiddetin kökenleri konusunda bilimsel bilgiye dayanmayan çok sayıda görüş tek doğru olarak sunulmakta, kadın kurtuluş mücadelesine yön vermeye çalışmaktadır. Kısaca konumuza hangi sorularla başladığımızı ifade ettikten sonra bu konuyu tartışmaya neden ihtiyaç duyduğumuzu da açıklayalım. Tartışmamızın anlaşılması açısından hangi ihtiyacın ürünü olduğunu açıklamak faydalı olacaktır.
Kadına yönelik şiddetin tüm toplumlarda olduğunu, bugün de sistematik bir biçimde devam ettiğini ve aynı zamanda kadın hareketinin bu şiddeti durdurmak için çok çeşitli mücadele yöntemleri geliştirdiği biliniyor. Kitlesel kadın eylemlerinden, tekil öz savunma yöntemlerine, devletleri uluslararası sözleşme yapmaya zorlamaktan yasaları uygulamaya zorlamaya, halka sunulan çok çeşitli taahhütlerinin yerine getirilmesi için mücadeleden cezaların ağırlaştırılmasına, koruyucu tedbirlerin geliştirilmesinden caydırıcı cezaların artırılmasına, kadınların tekil erkekleri tüm kamuoyuna teşhir ve ifşa pratiklerinden erkeklerin kitle önünde şiddetle cezalandırılmasına, kadınları bilinçlendirme çalışmalarından erkeklerin eğitimi tartışmalarına kadar sıralamakla bitirilemeyecek çeşitlilikte mücadele yolu ve yöntemi deneniyor. Bu deneyimler olumlu ve olumsuz yönleriyle kadınları gerçek kurtuluşa götürecek önemli dersler içeriyor.
Biz cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelede edinilen deneyimlerin neredeyse tamamında sorunun kaynağına ilişkin birçok yanlış anlayış olduğunu ve geliştiğini görüyoruz. Yanlış anlayışlara karşı ideolojik mücadelenin asla aksatılmaması gerektiğine inanıyoruz. Bu sebeple kadına yönelik şiddetin kaynağını, sorunun niteliğini ortaya koymak açısından inceliyor ve yanlış anlayışlarla mücadele kapsamında irdeliyoruz. Çünkü yanlış anlayışların temelinde yatan eksiklik sorunun kaynağının doğru tespit edilememesidir. Örneğin, kadın hareketi çok kitlesel, yer yer çok “militan” bir hatta otursa da gerçek anlamda sonuç alınamadığı görülmektedir. Bunun nedenini, sorunun kaynağını doğru kavrayamamaktan doğan düşmanını doğru tespit edememe ve düşman gerçekliğine uygun mücadele stratejisi belirleyememe olarak koyuyoruz.
Bu mücadeleler neden yeteri kadar sonuç vermemektedir? Ya sorunun kapsamı mücadelenin niteliğinden çok daha büyüktür ya da kadına yönelik şiddet sorunu “çözülemez” bir çelişkidir. Kadına yönelik şiddet ortadan kaldırılacak nitelikte bir çelişki ise “bunca” direniş neden sonuç vermemektedir, sorusunun yanıtlarını arıyoruz. Sorunun niteliğini ortaya koyarken de çözülebilir olduğunu ve nasıl çözülebileceğini açıklamaya çalışacağız. Aynı zamanda kadına yönelik şiddetin niteliği doğru kavranmadığı için çok “ciddi” mücadeleler veren anlayışların aslında kadına yönelik şiddeti nasıl “çözülemez” bir sorun olarak kavradıklarını da ortaya koyacağız. Yani kadına yönelik şiddetin kökenlerini ortaya koyarken en çok ihmal edilen kadın kurtuluşunun; proletaryanın ve insanlığın kurtuluşu ile bağlarını tartışmayı hedefliyoruz.
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN KÖKENLERİNİ TARİHSEL DİYALEKTİK MATERYALİST YÖNTEMLE İNCELEYELİM!
Bilindiği gibi kadına yönelik şiddetin kökenlerine ilişkin yapılan araştırma ve incelemelerin ağırlıklı çoğunluğunda ‘erkeklik’ ve ‘kadınlık’ olguları tarif edilmekte; şiddet eğilimli olmanın erkek olmakla doğuştan, biyolojik, genetik vb. olduğu sonucu üzerinden değerlendirmeler yapılmaktadır. Peki bu doğru mudur; bu gibi belirlemeleri doğru kabul etmek kadın kurtuluş mücadelesinde ne gibi sonuçlara yol açmaktadır? Ayrıca gerçek bilgiye nasıl ulaşılacaktır?
Doğru bilgiye ulaşmada ele alınması gereken ilk olgu yöntem sorunudur. Yanlış anlayışların gelişmesi yanlış yönteme dayanmaktadır. Herhangi bir olgunun incelenmesinin hangi yöntemle yapıldığı bilimsel bilgiye ulaşmada temel kıstastır. Doğru yöntemle incelenmeyen hiçbir “şey”den gerçek bilimsel bilgiye ulaşılamayacağı ise kesindir. Bilgiye ulaşmada tüm türev “açılımlarına” rağmen iki yöntem bulunmaktadır bu yöntemler iki ayrı dünya görüşüne dayanmaktadır. İki dünya görüşü iki karşıt sınıfın dünya görüşünü temsil etmektedir. Birinci yöntem metafizik yöntemdir. Metafizik yöntem şeyleri tarihsel ve toplumsal hareketleri içinde değil tarihsel ve toplumsal hareketinden bağımsız ‘düşünceye’ dayalı, ruhani bir olgu olarak ele alıp “incelemektedir”. İkinci yöntem ise tarihsel diyalektik materyalist yöntemdir. Tarihsel diyalektik materyalist yöntem şeyleri tarihsel ve toplumsal hareketi içinde inceleyerek somut durumunun somut tahliline varmaktadır. Başka bir deyişle maddenin hareketini incelemektedir.
Hüküm süren kimi anlayışlar üzerinden yöntem konusunu sınırlı da olsa açmak faydalı olacaktır. Çokça kabul gören dikkat çekici yanlış anlayışlar şöyledir: “Kadın doğası gereği barışçıldır, kadınlar şiddet karşıtıdır, anasoylu dönemde şiddet yoktur uzlaşma vardır, erkek doğası gereği iktidar düşkünüdür, şiddet yanlısıdır vb.” Bunlar çoğaltılabilir. Bu bilgiler doğru mudur? Kadını ve erkeği toplumsal ve tarihsel koşulları içinde incelemeyen, insanın gelişiminin bir hareketi olduğunu kavramayan, kadının ve erkeğin ve bir bütün yaşamın ilk ortaya çıkışı ve gelişiminin ana öncüllerini belirleyemeyen, o günden bu yana hep aynı varlıklarıyla bulunduğu anlayışına dayanarak sunulan bu bilgiler gerçeği yansıtmakta mıdır?
Görülmektedir ki konuya kadının ve erkeğin “doğası” denilerek kişide doğuştan var olduğu düşünülen kadın ve erkek kimlikleriyle başlanmaktadır. Bu “doğa” denilen kavramın içi, kadının ve erkeğin “yapan” edimler olduğu görüşü ile doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu edimlerin olumlu anlamda kullanılanları kadına, olumsuz anlamda kullanılanları ise erkeğe bahşedilerek kadın ve erkek doğası tarif edilmektedir. Emekçilik, sevgi doluluk, barış yanlılık vb. kadına atfedilirken savaş düşkünlüğü, bencillik, egoistlik ve narsistliğin erkeğin kimliğinde olduğu savunulmaktadır. Kadına yönelik erkeğin şiddeti, kendi doğasından gelen içgüdüsel bir eylem olarak tarif edilmeye çalışılmakta, kadın ve erkek içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerden yani üretim ilişkilerinden koparılmakta, içinde yaşanılan sitemden bağımsız değerlendirilerek kadına yönelik şiddetin kökeni tekil erkeğin vandallığına bağlanmaktadır. Daha ileriye gidersek erkeğin vandallığının kökeni de vahiy yoluyla indirilmiş olgularda aranmaktadır. İşte böylesi anlayışlara metafizik yöntemle yapılan “inceleme”ler yol açmaktadır.
Metafizik yöntemin, insanın ilk andan itibaren bugünkü gibi var olduğundan yola çıkarak olguları açıklamaya çalıştığını söylemiştik. Örneğin; metafizik “şefkat” kavramının bir hareketi olduğunu kabul etmez, insanın üretim ilişkileri içinde gelişen hareketinin sonucu olan bilince bağlı olarak gelişim gösterdiğini anlayamaz, açıklayamaz. Şiddet, şiddet karşıtlığı ya da şiddet yanlılığı gibi olguların da yine bu hareketin bir ürünü ve gelişimi olduğu sonucuna varamaz. Bu sebeple de kadın ya da erkek herhangi bir cinsin başından itibaren bu edimlerin ya sahibi ya da sahibi olmadığı şeklinde tanımlar getirir. Bu sebeple de kadına yönelik şiddeti, tekil erkeğin bireysel eylemi olarak anlamakta, verili koşullarda kadını ve erkeği var olan toplumsal koşullara hapseden sistem olgusu anlaşılamamaktadır. Bu durumda da kadın mücadelesi bu kısır döngünün etrafında dolanıp durmaktadır. Ayrıca gerçek düşman kimdir sorusuna bilimsel bir yanıt verilememektedir.
Tarihsel diyalektik materyalist yöntem ise bütün bu edimlerin oluşum sürecini, insanın kimliğini, toplumların hangi gelişim yasalarına dayandığını açıklamaktadır. Bugün insanlığın edimleri haline gelen olguların bütün insanlığın malı olmakla birlikte üretim ilişkileri içerisinde gelişen eylemlerinden ileri geldiğini belirtir. Bu eylemlerden doğan deneyimlerin algısal bilgiden kavramsal bilgiye, daha yetkin bir bilinçle ilerleyen yeni eylemlerinin yeni bilgiye ve daha üst düzeyde başka bir bilince doğru ilerleyişinin bir ürünü olduğunu açıklar. Özetle elimizdeki yöntem ya bizi doğru bilgiye götürmektedir ya da doğru bilginin karartılmasına, tahrif edilmesine… Nihayetinde her koşulda elde edilen bilginin bir sınıfın çıkarına göre dizayn edilen bir dünya görüşüne hizmet ettiği açığa çıkmaktadır.
‘Yaşamı belirleyen bilinç değil bilinci belirleyen yaşamdır’; o halde tarihi ‘görgücülerde olduğu gibi ölü olgulardan meydana gelen bir toplam olmaktan ya da idealistlerde olduğu gibi düşsel nesnelerin düşsel bir faaliyeti olmaktan’ çıkaralım. Toplumsal cinsiyet kapsamında yapılan tarih araştırmalarını kurgusal tarih anlayışından kurtararak cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan kadına yönelik şiddeti nesnel zeminde kavrayalım.
Cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihinin en ücra köşelerine kadar uzanan, tarihsel ve toplumsal kökleri derin bir çelişki olduğundan cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan kadına yönelik şiddet de böyle köklü bir tarihe sahiptir. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin kökenlerine inerken “cinsiyet eşitsizliği sınıflı toplumların bir ürünüdür ve özel mülkiyetle başlamıştır” denilip geçilemeyecek bir niteliği ele aldığımızı bilmemiz gerekir. Kadına yönelik şiddetin erkeğin eylemi ile sınırlı olmadığını, bu şiddetin bir düzeneğin parçaları gibi işlediğini ve kendisinin de sistemleşerek geliştiğini görüyoruz.
Engels “bir vasiyetin yerine getirilmesi” olarak tarif ettiği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde şöyle demektedir:
“Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal ögeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için, bunların arasındaki bağdaşmazlık bir devrimin sonucu verene kadar var güçleriyle etkide bulunurlar.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s, 12)
ŞİDDET ŞEYLER ARASINDAKİ ÇELİŞKİLERİ ÇÖZME YÖNTEMLERİNDEN BİRİDİR
Kadına yönelik şiddet de karşımıza “bağdaşmazlık” içeren bir mücadelenin yansıması olarak çıkmaktadır. Egemen olanın “hakkı” olarak görülen, bu kapsamda normalleştirilip uygulanan bir eylemdir şiddet. Ge
nel olarak şiddet ise nereden bakılırsa bakılsın tarihin her aşamasında çelişkileri çözme yöntemlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Biz şiddeti erkeğin tekelinde bir eylem olarak değil şeyler arasındaki çelişkiyi çözme yöntemlerinden biri olarak kavrıyoruz. Dolayısıyla kadın ve erkek cinsinin oluşum sürecinde şiddetin iki yönlü de var olduğunu söylüyoruz. Bugün insan dediğimiz ilkel ana-atalarımız her ne kadar şiddet kavramını, bugün anladığımız anlamda “iyi” ya da “kötü”; “haklı” ya da “haksız” gibi tanımlara varılacak biçimde yargılama bilincine sahip olmamışlarsa da birbirlerine, doğadaki canlılığa veya canlılara karşı kullandılar. Elbette kendileri de şiddete maruz kaldılar; şiddet onlara karşı da kullanıldı. Yaşamın sürdürülmesi, barınma alanlarının korunması, yavruların korunması, gelecek nesillerin yaşayabilmesi, beslenmenin devam etmesi, üremenin devam etmesi veya kendi üreme eyleminin gerçekleştirilmesi vb. bütün bu çelişkilerde ilkel insandan bugünkü insana şiddet, çelişkinin çözülme yöntemi olarak uygulandı, öğrenildi, geliştirildi. Bir türün başka bir türe, bir cinsin başka bir cinse, bir canlının başka bir canlıya, bir topluluğun başka bir topluluğa, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kendi çıkarlarını korumak amacıyla uyguladığı eylem olarak ilerledi. Ancak üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı olarak toplumların gelişiminde belli bir sınıfın ve aynı zamanda belli bir cinsin hâkimiyeti altında varlığını sürdürmeye devam etti.
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN TARİHSEL VE TOPLUMSAL OLARAK GELİŞMESİ
Kadına yönelik şiddetin kökeni cinsiyet eşitsizliğine dayanmaktadır. Bu sebeple kadına yönelik şiddetin kökenini incelerken esas olarak cinsiyet eşitsizliğinin kökenlerine vurgu yapıyoruz demektir.
Bilindiği gibi kadın hareketinin popüler, önemli yazarları tarih araştırmalarının “mantığını” -çıkış noktası da denebilir“bugüne kadar tarihi avcılar yazdı; kendi tarihimizi yazmak zorundayız” anlayışıyla geliştirdi. Elbette bu anlayışın haklı bir yanı vardı; çünkü kadın üzerindeki, yaşamın her alanında olduğu gibi ilk köle olmasından doğan ve gelişen haksızlık, tarihteki varlığının da esas olarak inkâr edilmesi biçiminde sistemli bir politikayla şekillendi. Ataerki, kadını tarihten dolayısıyla insanlığın hareketinden silerek onu tarihte etken değil edilgen bir nesne olarak konumlandırarak ürettiği haksızlığı tüm bir tarihe yaydı. Kadının tarihini yazmaktaki tepkisellik de
buna karşı gelişiyordu. Ancak kısaca şunu söylemek gerekir; cinsiyet eşitsizliğine karşı gelişen bu tepkiye hak versek de tarih incelemeleri düşsel olgularla, istek ve beklentilerle, hayal ve inançlarla yapılamaz. Bilimsel olmak objektif davranmayı şart koşar. Bu objektivite kuşkusuz haklı olanın, tarihin ilerlemesi yönünde hareket edenin taraflılığına mahkûmdur; bununla beraber bu taraflılık bilime aykırı davranmayı içermez…
Başta feminist akımın temsilcileri olmak üzere bundan etkilenen tüm çevreler “kadının tarihini” yazarken karşıtının reddettiği olgulara sıkı sıkıya tutunarak bir “kadın tarihi” geliştirmeye çalıştı. Bunu yaparken burjuva sınıfların dünya görüşünden kop(a) madı, onun metodunu bilinçli ya da “bilinçsiz” benimsedi. Tarih avcıların elinden alınırken avcılarla-toplayıcıların ortak tarihi (bunun yerine “gerçek tarih” demek daha doğrudur) tahrif edildi. Erkek egemen burjuva-feodal düzen kadının “eksik etek” olduğu, “saçı uzun aklı kısa” olduğu şahitliğinin dahi geçerli olamayacağı saçmalıklarla kendini tahkim edip “erkeğin doğuştan yönetme kabiliyeti ile doğduğu”, “güç ve kudret timsali” olduğu gibi argümanlar sunarak erkek egemen tarih yazıcılığına soyunuyordu. Görülüyor ki tarihteki gerçeklerden, gerçek insanlardan yola çıkılarak bir açımlama yapılmıyordu. İnsanın yerine doğa özneleştiriliyor; henüz bilimler gelişmemişken ve doğa insan için bilinmezlerle doluyken olduğu gibi “doğaüstü doğa türküsü” tutturuluyordu. Feminist yazarlar ise buna tepki olarak geliştirdikleri argümanlarla karşı saldırıya geçerken çok da bilimsel olma kaygısı gütmüyorlardı doğrusu.
Marks, Alman İdeolojisi’nde özetle şöyle demektedir. “(İ)nsanları verili toplumsal bağlamları ile onları var eden mevcut yaşam koşulları içinde” değerlendirme yapmadığımızda “gerçekte var olan insana” ulaşılamaz. Yani “insanla insan arasında” aşktan ve dostluktan başka bir “insani ilişki” bilmez, üstelik bunları da idealize eder” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, 51) hale geliriz. Bu sebeple biz cinsiyet eşitsizliğinde çelişkinin iki yönünü de ortaya koyan bir yaklaşımla inceleme yapmak gerektiğine özel vurgu yapıyoruz. Böyle yapılmadığında tarih açındırma çalışmalarının boş inan ve ıvır zıvır ayrıntılarla, düşsel olgularla kurgusal bir hale dönüştüğünü söylüyoruz. Konunun can alıcı noktası şurasıdır; iki dünya görüşünün temel farkı şu yaklaşımda açığa çıkmaktadır: Metafizik yöntemle yapılan incelemelerde kadınla erkek arsında gelişen eşitsizlik kadının iktisadi olarak baskı altına alınmasının nedeni olarak görülmektedir. Çünkü orada her şey önce düşüncede vardır. Oysa, tarihsel diyalektik materyalist yöntemde kadın-erkek arasındaki eşitsizlik, kadının iktisadi baskı altına alınmasının nedeni değil sonucudur. Engels şöyle açıklamaktadır: “Kadın-erkek arasında, daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan eşitsizlik, hiçbir zaman, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil sonucudur” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 87) Kadın-erkek arasındaki cinsiyet eşitsizliğine dayalı gelişen kadına yönelik şiddetin kökenini bu sebeple kadının iktisadi olarak baskı altına alınması sürecine doğru irdelemek gerekiyor. Toplumların gelişmesi içerisinde kadınların kaybettiklerine, erkeklerin kazandıklarına baktığımızda kadınların esas olarak kaybettiği şeyin sadece cinselliği olmadığını (elbette cinsellik, kadın merkeze konarak tek taraflı olarak kısıtlanmıştır ve kısıtlamanın da nedenleri toplumsal yaşamda gelişen değişmelerle şekillenmiştir) esas olarak toplum yaşamında var olmanın, toplumsal yaşamdaki konumun belirlenmesinin temeli olan üretim ilişkileri içerisindeki yerini kaybetmiştir.
Araç kullanımının hayvandan insana geçişimizde etkisi artık inkâr edilemez, bilimsel bir bilgidir. Yine iş bölümünün ortaya çıkması ve gelişmesi ile birlikte insanın toplum halinde hareket etmeye başlaması, toplumsallaşmaya bağlı olarak daha ileri düzeyde iş bölümünün gelişmesi ve üretim fazlasındaki birikimin özel mülkiyeti geliştirmesi ve mülkiyet bilinci ile birlikte gelişen ‘buna kimin hâkim olacağı’ sorunu toplumsal yaşamı belirleyen, insanla insan arasında ve kadın-erkek arasındaki ilişkiyi belirleyen durumu açıklamaktadır. Daha önce cinsel farklılık, iş bölümünde kendiliğinden bir şekilde etken olurken özel mülkiyet bilincinin gelişmesi ile birlikte açığa çıkan iş bölümü ise cinselliği sistemli bir biçime doğru değişmeye “zorunlu” kılmıştır. Açığa çıkan özel mülkiyet bilinci, özel mülkiyete kimin hâkim olacağı sorununu doğurmuş, bu süreç çetin mücadelelerle ilerlemiş ve nihayetinde kadın bir yanda üretim ilişkileri içerisinde toplumsal etkinliğini yitirirken kendisi de toplum içindeki rolleriyle bir metaya dönüşmüştür. Bu savaşta kadınların ellerini kollarını kavuşturup beklemedikleri bilinmelidir, kadınlar uzun bir zamana yayılan zorlu mücadeleler vermiş olmalıdırlar. Çünkü iş bölümü ile açığa çıkan mülkiyet bilinci sadece erkekte gelişmiş olamaz.
“Tarih, her biri bir önceki nesiller tarafından kendisine aktarılan materyali, sermaye kaynaklarını ve üretici güçleri kullanan, böylece, bir taraftan geleneksel faaliyeti tamamen değişmiş koşullarda devam ettirirken, bir taraftan da tamamen farklılaşmış bir faaliyet yoluyla eski koşulları değiştiren ayrı ayrı nesillerin birbiri ardı sıra sahneye çıkmasından başka bir şey değildir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 52) ilkel anaatalarımızdan devraldığımız ilkel bilinçten modern toplumların insanın bugünkü bilincine nesiller boyu devralıp belli yönleriyle devam ettirdiğimiz farklı faaliyetlerimizle tamamen değiştirmeye hedeflediğimiz bir topluma doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bu yürüyüşte ne tek başına bir kişi ne de tek başına bir cinsiyet kimliği olarak yol alıyoruz. Yürüyüşümüze niteliğini veren bilincimiz toplumu oluşturan tüm kesimleri etkileyen ve içine alan bir bağla şekillenmeye devam ediyor. Marks şöyle demektedir “Tek tek bireyler, ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukları ölçüde bir sınıfı meydana getirirler. Bunun dışında birbirlerinin rakipleri olarak karşıt saflarda yer alırlar. Öte yandan sınıfın kendisi yine bireylere karşı bağımsız bir varlık kazanır, öyle ki, yaşam koşullarını önceden belirlenmiş bulurlar; yani sınıf, yaşam içindeki konumlarını, dolayısıyla da kişisel gelişimlerini belirler, onları kendine tabi kılar. Bu, tek tek bireylerin iş bölümüne bağımlı hale gelmesiyle aynı fenomendir; bu fenomeni ortadan kaldırmanın tek yolu ise mülkiyeti… ortadan kaldırmaktır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 59) Kadınla erkek ve diğer kimlikler bir sınıflı toplumun içine bir sınıfa ait olarak dünyaya gelmekte tüm faaliyetleri bu sınıfsal olgular içinde gerçekleşmektedir. Bundan bağımsız bir var olma gerçekliği söz konusu değildir. Kadınların cinsel sömürüsünün altında yatan sınıfsal gerçeklik bu yönleriyle kavranmalıdır. Aksi takdirde “özel mülkiyet bilincinin” sadece erkek de geliştiği düşüncesinden tutalım da kadının “barışçıl” olduğuna, erkeğin savaş yanlısı olduğundan kadın tanrıçalığına savunulur. Kadınları katleden, her gün, her an, her koşulda kadınlara şiddet uygulayan böyle bir dünyaya ve topluma doğmuş bilinçleri bu olgularla şekillenmiş erkeklik kavramları anlamını bulamaz. Bu sebeple “erkek neden kadına şiddet uygular” sorusu sorulduğunda “erkek olduğu için” yanıtı verilir duruma düşülür. Bu da kadına yönelik şiddeti ve nihayetinde onun nedeni olan cinsiyet eşitsizliğini ve cinsiyet eşitsizliğinin nedeni olan sınıflı toplum gerçekliğini gölgeler. Biz gölgelerle mücadeleyi reddediyoruz. Gerçek düşmanımızın artaerkil-burjuva-feodal düzenin sahipleri olduğunu vurguluyoruz. Bunun için her alanda kadına yönelik şiddeti durdurmak için esas düşmanlarımızı gözden kaçırmadan mücadele etmenin zorunluluğunu vurguluyoruz.
ATAERKİL-BURJUVA-FEODAL DÜZENİ YIKALIM, KADINA YÖNELİK ŞİDDETE SON VERELİM!
İlkel komünal toplumlardan köleci toplumlara, köleci toplumlardan feodal toplumlara ve kapitalist toplumlara doğru insanlığın ilerleyişi daha “iyi” daha “insancıl” daha “ileri” olandan daha “geri” olana doğru değil daha geri ve gelişmemiş olandan daha gelişmiş olana doğru hareket etmeye devam etmektedir. Proletaryanın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte de bu ilerleyiş daha üst düzeyde bir toplumu yaratma deneyimlerini geliştirmiş ve biriktirmiştir. Kendiliğinden gelişen bilinç kendisi için bilincin gelişmesine neden olacak toplumsal, tarihsel koşulları ve özneleri yaratmıştır. Cinsiyet eşitsizliği de böyle kavranmalıdır. Cinsiyet eşitsizliğinin sonuçları değerlendirilirken nedenlerini ortadan kaldırılacak bir strateji benimsenmelidir. Kadına yönelik şiddet iş bölümünün gelişimine bağlı olarak ilerlemiş üretim ilişkilerinin değişimine göre şekil almıştır, bu sebeple her toplumsal alt yapının durumuna göre biçim alarak hareketini sürdürmektedir. Hareketin niteliği cinsel sömürüye kesin kes son verecek tüm temelleri ortadan kaldırmakla mümkün olacaktır. Köleci toplumlardaki kadına yönelik şiddet, feodal toplumlarda aynı biçimde devam etmemiştir. Çünkü gelişen toplumsal bilince göre şekil alan durum hareketini sürdürmektedir. Örneğin Türkiye gibi yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülke ile kapitalist bir ülkede yaşanan kadına yönelik şiddet özü aynı olsa da değişiklikler göstermektedir. Feodal üretim ilişkilerinin halen çözülmediği Türkiye’de kadına yönelik şiddetin gerekçeleri “yemeği neden geç getirdin”, “sokağa neden çıktın”, benden boşanamazsın”, “o adamla niye konuştun”, “başını niye açtın”, “eteğinin boyu niye kısa”, “namusumu lekeledi”, “çorbanın tuzunu az atmıştı” vb.dir. Kadına yönelik erkek tekil şiddetine baktığımızda karşımıza erkeğin kimliğinden çok toplumsal yapının nasıl bir durumda olduğunu, toplumsal bilincin nasıl bir gerçekliğe sahip olduğunu hemen görebiliriz. Yani verili toplumsal koşullar incelendiğinde kadının da erkeğin de nasıl bir toplumsal konuma sahip olduğunu görebiliriz. Gelişmiş toplumlarda ortaya çıkan kadına yönelik şiddetin esas olarak yine bu ilişkilere dayanarak geliştiğini anlayabilir ve açıklayabiliriz. Mesela Afganistan örneği, yakın zamanda kamuoyuna yansıyan kadın düşmanlığı konusunda cinsiyet eşitsizliği ve sistem gerçeğinin tipik, en yakın verilerini bize sunmaktadır. Kadınlara burka giydirmek, herhangi bir gerekçe ile kırbaçlamak, alınıp satılan bir meta olarak görmek, içinde bulunulan toplumsal yapı yani üretim ilişkileri ve üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı gelişen insan ve toplum yapısı karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak; bir sınıfın bir başka sınıfı sömürüsüne dayanan emperyalist-kapitalist sistemin esas olarak kadınlara gerçek bir özgürlük ve eşitlik sunmadığını/sunamayacağını sistemin niteliğinin eşitsizlikler üreten karakterinin zaten buna olanaklı olmadığını söyleyelim. Yine tüm bu olguları tek tek erkeklere yönelen bir öfke ile de ortadan kalkmayacağını vurgulayalım. Cinsiyetlerin yani bir bütün insanlığın kurban edildiği gerçeklik, sömürücü bu düzenin tek yol ve kaçınılmaz tek sonuç olduğu görüşüne dayanıyor. Kadına yönelen şiddete baktığımızda, tek tek erkelerde gelişen fikirler de gıdasını bu anlayıştan alıyor. Gelişen bilinçle birlikte her gün “nasıl olur”, “yok artık” dediğimiz şiddet gerçekliği bu toplumsal yapı içerisinde “normal”, “olması zorunlu olan” olarak sunuluyor, kadın ve erkek kimliği bu toplumsal yapı içinde şekilleniyor. Bu yapı ataerkil-burjuva-feodal düzenin dayandığı temeller olarak karşımıza çıkıyor.
Peki bütün bunlar karşısında başta kadın hareketleri olmak üzere sömürü düzenine karşı duran kesimler ne yapmalıdır? Burada öncelikle diğer sayılarda ifade etmeye çalıştığımız yanlış anlayışlar karşımıza çıkmaktadır. Bizde “sisteme karşıyız”la başlayan ancak düşmanını doğru belirleyemediği için eninde sonunda düzen içine çekilen hareketler, kadın kurtuluş mücadelesini etkisi altına almıştır. Ya da düzene karşı olunduğu söylenirken erkeği ortadan kaldırmak gerektiği düşüncesi yine gerçek düşmandan uzaklaşmaya yol açarak şekillenmektedir. Öncelikle “sisteme yönelelim” düşüncesi soyut bir biçimde kavranmakta daha da ileriye giderek uzak, ulaşılamaz bir hedef olarak görülmektedir. Bu sebeple daha yakındaki hedefler; erkek (hadi biz onan “erkeklik” diyelim) baş düşman olmaktadır. Bu sebeple şiddeti erkekte aramakta ve çözümü de “çekingence” (çekinmeden söyleyenleri ayırıyoruz) de olsa erkeğin ortadan kaldırılmasında bulmaktadır. Bütün bu anlayışlar esas olarak kadına yönelik şiddeti “çözülemez” bir sorun olarak gördüklerinin ispatı niteliğindedir. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın bir cinsiyet kimliğinin fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını barındırmaktadır. Biz ise kadına yönelik şiddetin çözülebilir bir çelişki olduğunu ifade etmiştik. Düşmanımızı doğru kavrayarak mücadele stratejisi benimsememiz gerektiğini söylemiştik. Buraya kadın hareketinin devrimci olmak zorunda olduğunu da ekleyelim.
Biz sisteme yönelmenin zorunlu olduğunu söylerken sistemin en örgütlü yapısı olan devlet gerçekliğini kavramayı da zorunlu görüyoruz. Yani soyut olarak görülen, uzak ve ulaşılamaz olarak kavranan ve nihayetinde “çözülemez” kıskacında kalan yerde hâkim sınıfları ve hâkim sınıfların iktidar organları bulunmaktadır diyoruz. Kadına yönelik şiddetin kökeni sınıfsaldır. Kadınların gerçek kurtuluşunun yolu da bu sınıf mücadelesinin zaferiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple kadına yönelik şiddet bir iktidar sorunudur ancak tek başına erkeğin ya da kadının iktidarı meselesi değil hangi sınıfın iktidarı olduğu sorunudur. Bunun için kanlı mücadelelere sahne olan sınıflar mücadelesinin zaten cinsiyetler arası ilişkilerle bağlantılı şekillenişini güçlü şekilde kurmalı, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi sınıf mücadelesi ile güçlü bağlar kurarak örgütlemeliyiz. Kadına yönelik şiddetle mücadelede cinsiyet eşitsizliğine zorlu, uzun ve kanlı bir mücadele ile son verileceği bilinci ile kadın kitlelerini bu zorlu mücadeleye katmalı/kazanmalıyız.