Tüm dünyada egemenlerin kriziyle birleşen pandemi koşullarında kadına yönelen saldırıların arttığı, bu saldırganlığın yine dünyada artan milliyetçi, ırkçı, homofobik vb. tüm biçimleriyle ilerlediği bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilen ve sömürülen kesimlere dönük saldırılar artarak sürmektedir. Kadın düşmanlığı da bu politik olgulardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sistemin krizi, emperyalist-kapitalist devletlerin kamplaşmaları, pazar paylaşımlarına yeni biçimler verme güdüsü ve ihtiyaçları ile şekil alırken, yaşanan her gelişmenin bu gerçeklikle politik ilgisinin yani bağının kurulmadan tartışılması doğru değerlendirmeler yapılmasına engel oluyor. Türkiye gibi yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde bu bağlantının kurulması ise uygulanan saldırı politikalarına hangi hesapların yön verildiğini kavramak bakımından önemli olmakla birlikte, bu saldırılara karşı mücadele ve örgütlenme konusunda da ayrıca bir nitelik içeriyor. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi Türk devleti açısından bu yanıyla da yorumlanması gereken bir konu olarak karşımızda duruyor. Devletin hem içerde hem de uluslararası arenada yaşadığı sıkışmasının yanı sıra ekonomik ve siyasi kriziyle bütünlüklü değerlendirildiğinde bu sözleşmeden çekilmesi hem halka hem de uluslararası kamuoyuna mesajlar içeriyor. İstanbul Sözleşmesi değişmediği halde, imzalayan devletin kumandasındakiler ve devlette değişmediğine göre İstanbul sözleşmesinden çekilmeye yol açan değişken nedir? Sorulması gereken temel sorulardan biri budur. Ancak bunun yanıtlanması ise tek başına yeterli olmayacaktır.
Türk devletinin 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamasında kadınların sokağa taşan mücadeleleri önemli bir etken oldu. Yani İstanbul Sözleşmesi kadınların etkili mücadelesi ile şekillendi. Bu mücadelenin yanı sıra AB ile ilişkiler, Türk devletinin yarı bağımlı ülke olma halinden kaynaklı kurduğu politik hesaplarla da geliştiği, bu iki olgunun birleştiği açıktır. Türk hakim sınıfları gerek emperyalist ülkelere şirin görünme, gerekse de içerde demokrasinin temsilcileri olduklarını kanıtlamak için bu tarz sözleşmelere imza atabilmekteler. Bu durum İstanbul Sözleşmesi için de geçerlidir. TC’nin emperyalizme bağımlı durumunun ve yarı- feodal alt yapı gerçekliğinin üst yapıda siyasetini belirlemesi de kaçınılmazdır. Emperyalist ağababalarının kapısında bir ileri bir geri salınışının, nihayetinde verdiği kimi ödünlerin ve “kazandığı” kırıntıların ülkenin tüm politik gündemlerinde yansıması vardır. Devletin sözcüsü konumundaki R.T.E’nin bazen “Eyyy” nidalarının yanında “diyaloğa hazırız”, “öncelikli hedefimiz AB üyeliği” sözlerinin arasında ki geçişler tamamı yarı bağımlılık ilişkisinin bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle yukarıda sorduğumuz sorunun yanında şu sorularda eklenmelidir: devletin bağımlılık ilişkisinin uluslararası sözleşmelerle daha özelde de İstanbul Sözleşmesi’yle ilişkisi nedir? Sözleşmenin imzalanmasında kadın mücadelesinin misyonu nedir? Uygulamada ortaya çıkan sorunlar neden vardır? Türk devleti, İstanbul Sözleşmesi’nden neden çekilmiştir? Kadınlar bu süreçte ne yapmalıdır?
TC’nin ve kumanda merkezinde oturan AKP’nin ve daha sonra “çalışma ortağı” MHP’nin konuya ilişkin kısa sürecine bakmak, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalama koşullarını ve feshetme gerekçelerini açıklamamıza yardımcı olacaktır. Zira, kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi’nin “Erdoğan sarayda kalsın diye feshedildiği” ya da “Erdoğan sarayda kalsın diye imzalandığı” değerlendirmeleri yapılmaktadır. Bu politikanın yaşanan diğer gelişmelerle ilişkisi özellikle kadın kurumları cephesinde böyle kurulmakta, çekilme kararı sadece AKP’nin Türk-İslam sentezli politikası olarak görülmektedir. Kadın kurumlarının bu bakış açısı kadın mücadelesinin özgün, somut sorunu olarak İstanbul Sözleşmesi ile kazanılan hakkının gasp edilmesine karşı bir tablo sunmaktadır. AKP’yi ve daha ileri giderek R.T.E’yi her şeye muktedir görmekten kaynaklanan ve devlet politikasının yani hâkim sınıfların bir politikası olarak görmeme hali mücadele sahalarında bu söylemlerle karşımızda çıkmaktadır. Evet AKP’nin Türk-İslam olguları üzerinden kitleleri etkilemek için politikalarına bu anlayışla söylem ürettiği doğrudur. Ancak İstanbul Sözleşmesi açısından da diğer kazanılmış hakların gaspı konusunda da devlet olgusu devre dışı değildir. Bu fesih işlemi devletin ve yani hâkim sınıfların çıkarlarına bağlı politikalardan soyulmuş değildir. İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetlerinin %1400 arttığı, her gün en az 8 kadının katledildiği, kadına yönelik her türlü şiddetin vahşi biçimlere dönüştüğü bir süreçte kadınların tüm bu saldırılara karşı büyük bir öfkeyle sokaklara aktığı bir mücadele sonucu ve AB destekli kadın kurumlarının bu sözleşmenin AB üyeliği kapsamında yapılan çalışmalarının yansıması olarak da ilerlemişti. Yine AB ile müzakere sürecinde karşılıklı imzaların bir parçası olarak imzalanmıştı. Yani İstanbul Sözleşmesi’nin ne imzalanması ne de feshedilmesi sadece R.T.Erdoğan’ın sarayda kalma hesabıyla açıklanamaz. Basit bir denklemle bakıldığında dahi bu denli toplumsal muhalefetin güçlü olduğu bir sözleşmeden çekilmek hele ki uygula(ma)ma gücü elindeyken sarayda kalma hesabıyla yapılmamıştır. Evet AKP-MHP bloğunun her dediğimizi yaparız “kararlılığı” bir görüntü çizse de imzalama ve çekilme eylemleri buraya oturmamaktadır. İmzalamanın altında yatan temel konulardan biri kadın mücadelesine içerde bir ders vermeyi barındırırken ancak esasta AB emperyalistleriyle yolunda gitmeyen ilişkilerin yansıması olarak da gelişmiştir.
Süreci kısa bir tarayıp, öncelikle yakın geçmişe baktığımızda devletin geleneksel kadın düşmanı politikasının “geliştirilmiş” biçimini görürüz. 2002 yılında AKP ile uygulamaya sokulan kadın politikasıyla geleneksel olarak sürdürülen politika arasındaki ilişkinin, yanı sıra bu politikalar arasındaki nüans farklarının önemini gözden kaçırmadan değerlendirme yaptığımızda kadın düşmanlığının AKP özdeşliği ile yorumlandığını söyleyebiliriz. AKP’nin kadın düşmanlığında özel yanlarını vurgularken, tersten tüm yükü AKP-MHP kliğine mal edildiği açıktır. Ancak bu konuda diğer faşist partilerin kendilerini meşrulaştırma politikalarına alet olunması konusuna dikkat çekmek, kadının gerçek özgürlüğü için dost ve düşmanlarını iyi tanıması açısından da önemlidir.
AKP’nin, devletin sözcülüğü görevini aldıktan hemen sonra 2004 yılında ceza kanunu değiştirilmişti. Bu değişiklikler 2005 yılında yürürlüğe sokulmuştu. Değişikliklerde kadını insan olarak dahi görmeyen ve eşitlikle yakından uzaktan ilgisi olmayan birçok madde bulunuyordu, diğer faşist partilerde bunu onaylamıştı. 2012 yılında yürürlüğe giren “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ise 2004 yasasındaki değişiklikleri daha başka bir boyuta taşınmış oldu. Yani 2012 yasası “körler memleketinde şaşı padişah” hikayesindeki bir tabloyu tarif ediyordu. 2004 yılında çıkarılan yasaya oranla kamuoyunda daha olumlu görülen bu kanunun uygulanması ise aynı “İstanbul Sözleşmesi’nin uygulaması niteliğindeydi. Velhasıl her hakkın yasal olarak kazanılması, yanında ve anında uygulanması sorununu yani hakkın kullanımı konusunda burjuva-feodal sistemin ikiyüzlülüğünün açık fotoğraflarını sunuyordu. 2012 yasası çıkarılmadan bir yıl önce AB uyum yasaları ve Kopenhag kriterleri çerçevesinde İstanbul Sözleşmesi imzalanmıştı. Bunlar kamuoyunda olumlu gelişmeler olarak yorumlanırken bu sürece şöyle gelinmişti.
2011 yılında “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına” dönüştürülmüş, gerekçe olarak “ailenin güçlendirilmesi” gerektiği öne sürülmüştü. Kamuoyunda “Boşanma Komisyonu Raporu” olarak anılan çalışmada devletin temel niteliğini açığa çıkaran anlayış yazılı hale getirilmişti. Bu raporda “çocuklara karşı işlenen cinsel suçlarda rıza arama”, “istismarcı ile çocuğun evlendirilmesi için yasal düzenlemeler yapma”, “şiddet uygulayan erkekle ilgili uzaklaştırma süresinin 15 gün ile sınırlandırılması” buna gerekçe olarak “erkeğin mağduriyetinin önlenmesi”nin gösterilmesi, “kadına yönelik şiddet, boşanma vd. davaların ‘ailenin bütünlüğü’ gerekçesi ile kapalı yapılmasının istenmesi” gibi birçok kadın ve çocuk düşmanı söylem, politika ve yasal düzenleme yapılması gerektiği vurgulanmıştı. AKP’nin neredeyse tüm sözcüleri eliyle “kadın ve erkeğin eşit olmadığı, fıtratlarının farklı olduğu”, “kadın ve erkeğin geleneksel rollerine uygun davranmasıyla” sorunun çözüleceği, en yetkili ağızlardan, yüksek sesle dillendirilmişti. Akabinde sözleşme imzalandı, söylem ve uygulama değişmeden yasa değişti.
AB ile ilişkilere bağlı değişiklikle 2016 yılında, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ devletin genel yaklaşımını ortaya koymak açısından “çarpıcı” kadın mücadelesini karşısına alması bakımından “cesur” bir açıklama yapmıştı. Bu açıklama İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ayak sesleri olmasının yanı sıra AB ile ilişkilerde sorunlar yaşandığında verilen mesajlar kapsamında ele alınacak bir açıklamaydı. Bozdağ, “Aile içi şiddetin kadınla erkek arasındaki uyuşmazlıklarda devletin bu kadar polisiyle, askeriyle, hakimiyle, psikoloğuyla, sosyal çalışmasıyla, uzmanıyla bu kadar kadınla erkeğin arasına girmesi ne kadar doğru, bunun üzerinde durmamız lazım, kadın örgütlerinin eleştirilerinden çekinmeden durmamız lazım” demişti. Yani kısa bir özet geçersek Türk devleti kadına yönelik her türlü şiddet ve saldırı sorununu “aile içi mesele” olarak gören kodlarından hiç vazgeçmemiş kadın mücadelesinin güçlendiği koşullarda baskı altında AB ile ilişkilerine (bu ilişki değişimi bağımlılık ilişkisinin değişiminin değil tam tersi bağımlılığının net göstergesidir) bağlı olarak değişen söylem, politika ve yasalar üretmiştir. Burada Türk devletinin diğer emperyalist devletlerle ilişki ve pazarlıklarını bilinçli olarak konu etmiyoruz, ancak buradan TC’nin iç ve dış politikalarında tek etkenin AB olmadığını yer yer birine yer yer diğerine yaslanmak için yalpaladığı ABD, Rusya, Çin vd. emperyalistlerle ilişkilerin konumuz özgülünde daha tali bir biçim aldığı için konu edilmediğini ifade edelim. Türk devletinin AB ile 2004 yılında tam üyelik için anlaşmalar yapmak için girişimlerde bulunmuş, 2011 yılına kadar müzakerelerin başlaması için uğraşmış, müzakerelerin başlamasıyla sözleşmeler, anlaşmalar arka arkaya gelmiş Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, yaşanan gelişmelere bağlı olarak müzakere ve ilişkiler şekillenmiştir. Yine bu “değişkenlere” bağlı 2016’da tablo başka bir biçim almıştır. Hatırlanacaktır ki Doğu Akdeniz’de sondaj gemisi, Libya meselesi, Suriye’ye yönelik askeri işgal konusu, AB’nin göçmen krizi, Türkiye’ye (3+3) 6 milyar Euro para karşılığı imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”, Türkiye’nin Libya’ya gönderdiği gemiye baskın vd., tamamı süreçte AB’nin yaklaşımlarına Türk devletinin ise buna bağlı hareketine yön veren parametreler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani mesele her iki taraf bakımından tamamen ekonomiktir. 2005’te “Avrupa Fatihi” 2011’de “kazan kazan politikası” R.T. Erdoğan’ın 2023’te Avrupa Birliği üyesi olma hedefi ve bunun için Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi, 2013 yılına kadar 72 kriterden 65’nin yerine getirildiği ancak AB’nin “oyuna yeni kurallar” getirdiği serzenişleri ile ilişkilerinde sorunlar yaşadıklarının işaretini verirken 2016’dan sonra yeniden “Eyyy Macron” seslenişine dönmüştür. Sonuç olarak 2023 hedeflerinin suya düşmesiyle yeni gelişmelerin yaşandığını söyleyebiliriz. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin değişkenleri kısaca böyle özetlenebilir.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ NEDİR?
Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve 11 Mayıs 2011 yılında İstanbul’da yapılan toplantıyla imzaya açılan ve bu nedenle uluslararası hukukta “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe giren, diğer bir adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ni “ilk imzalayan ve onaylayan ülke” olarak övünen Türk devleti 19 Mart 2021 tarihinde bir gece yarısı kararnamesi ile feshettiğini resmi gazetede duyurdu. İmzalanma sürecinden bugüne gündemden düşmeyen İstanbul Sözleşmesi sistematik olarak uygulamada açığa çıkan sorunlarla tartışılmayı sürdürmüştür. Uygulanmadan yürürlükten kaldırılan sözleşme, taraf olan ülkeler için cinsiyet eşitsizliğini önleme konusunda önemli yükümlülükler içermektedir.
İstanbul Sözleşmesi’nde gereği yerine getirilmesi zorunlu en önemli taahhüt, her alanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıdır. Yani imzalayan devletler yasalarda ve yaşamda kadın-erkek eşitliğini sağlamak için her türlü tedbiri almakla yükümlü kılınmışlardır. Taraf ülkelere bu noktada çok önemli sorumluluklarda tarif eden sözleşme kadın mücadelesinin önemli kazanımlarından biri olmayı bu kapsamda içermektedir. LGBTİ+’ların tanınması ve uğradıkları ayrımcılığın kaldırılması konusunda da önemli bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye açısından LGBTİ+’lara yönelik kazanımlar noktasında imzalanan ilk uluslararası sözleşmedir. Yükümlülükleri kadın ve erkeklerin, tüm cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimlere dair eşitliğin olmadığı kabulüne dayanarak hazırlanmış sözleşmenin içeriğini kısaca özetleyecek olursak;
*Toplumsal cinsiyet rollerine dayalı eşitsizlik üreten tüm ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer politikaların değiştirilmesi için tedbir almak,
*Sözleşme kapsamında olan her türlü şiddeti önleyecek gerekli yasal ve diğer önlemleri almak ve bu önlemlerin merkezine şiddete maruz bırakılan insanların konduğu bir perspektifle bu düzenlemelerin yapılmasını sağlamak,
*Geçlerin ve erkelerinde içinde olduğu toplumun tüm kesimlerinin sözleşmenin kapsamına giren şiddete karşı aktif biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmek için gerekli tedbirlerin alınması,
*Kültür, töre, örf, adet, din, gelenek ve namus gibi kavramların sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete gerekçe yapılmasını ve kullanılmasını önlemek,
Taraf olan devletlere önemli yükümlülükler oluşturan sözleşme, kadına karşı işlenen suçlarda erkeğin ve tüm faillerin en ağır cezalarla cezalandırılmasını sağlayarak işlenen bu suçlara karşı caydırıcılık hedeflerken, kadınların öz savunma ve meşru müdafaasını da güvence altına alan bir nitelik taşımaktadır. Sözleşmeye bağlı hazırlanan ve halen yürürlükte olan 6284 sayılı yasa ile kadına yönelik şiddetin “aile içi mesele” olmaktan çıkarılması kadına yönelik şiddetin önlenmesinde devletin yükümlülüklerinin sınırlı da olsa tanımlanması kazanılmış hakların başında gelmektedir. Ancak her yasa maddesi için tartışmak zorunda olduğumuz temel konu uygulanmasıdır. Bu yasada da uygulama devletin gerçek kimliğini ortaya koymaktadır. Hem sözleşme hem de ona bağlı hazırlanan yasa şiddeti önlemediği gibi cinsiyet ayrımcı uygulamaların gerekçesi haline getirilmiştir.
YASAYI SOKAKTA YAZALIM, MÜCADELEMİZLE UYGULATALIM!
“Pozitif ayrımcılık/olumlu önlem” vb. kazanılan haklar sözde kalırken, kadın hareketinin baskısını sürekli ensesinde hisseden devlet ve sözcüleri kendilerince “bunlara çok da taviz vermemek gerekiyor” anlayışıyla yer yer tehdit, yer yer “kim daha inatçı” boyutlarda bir çarpışmayı kamuoyu önünde sürdürmektedir. Sözleşmenin feshedildiği gece “morardınız mı” söylemlerinin toplumun kutuplaşmasında ve karşıtlıkla bir kesimin nasıl domine edildiğini de açığa çıkarmaktadır.
Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik yapılan yasal düzenlemeler, cinsiyetçi uygulama ve politikalara dönüşmektedir. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nin 48. Maddesini yorumlayan Tayyip’in bu maddeyi “Pembe Otobüs”, “Kadın Üniversiteleri” gibi uygulamalarda dayanak yapmaktadır. Benzer yaklaşım pandemi sürecinde “işten çıkartmanın yasaklanmasıyla” patronların “Kod-29”u kullanması gibi kavramların içinin boşaltılmasıyla, yasada ne yazarsa yazsın her koşulda hakim sınıfların çıkarlarının korunduğu politikalar uygulanmaktadır. Kadınlar, işçiler aleyhine, yani tüm ikinci sınıf olarak görülenler aleyhine politikaların esas olması; devletin sınıf karakterinden ileri gelmektedir. Bunlara yasal düzenlemelerin kadın lehine değil, kadınla erkek arasındaki ilişkide eşitsizliği pekiştirici şekilde kullanımının çok daha yaygın olduğunu da ekleyelim. Yine özellikle AKP özgülünde halka eşitlik, özgürlük, adalet, refah vb. sunulduğu hikayelerinin anlatıldığını söylemeye gerek yok. Hâkim sınıfların her tarihsel kesitte bu yalanlarla halkı uyutmaya çalıştığı, kırıntılarla, göstermelik yasal düzenlemelerle bunu pekiştirdiği gerçektir. İstanbul Sözleşmesi daha imzalandığı gün uygulanmayacağını biliyorduk; bu sebeple kazanılmış hakların kullanılması, kazanılması ile başlayan büyük bir mücadeleyi yanında getirmektedir.
Kadın mücadelesi cephesinde önemli bir kazanım olan İstanbul Sözleşmesi, imzalandığı günden bu yana tartışılıyor. Bu hakkın kazanılmasından, korunmasına ve uygulanmasına ve en sonunda gasp edilmesine kadar ilerleyen süreç diğer kazanılmış haklar sürecinden farklı ilerlememiştir. İmzalanmasının akabinde uygulanmaması daha temel konu olarak karşımıza çıkmıştır. “Sendika hakkının kazanılması”, “örgütlenme özgürlüğünün anayasal güvence altına alınması”, “düşünce ve ifade özgürlüğünün kazanılması ve yasal bir çerçevesinin olması”, “çalışma yasasının düzenlenmesi” gibi birçok hakkın kazanılma, kullanılma ve gasp edilme süreçlerinin tamamında İstanbul Sözleşmesi’nde yaşanan gelişme ve şekillenmeyi görmek mümkün. Kadınların “Nafaka Yasası”, “Kürtaj Yasası”, daha geride “seçme ve seçilme”, “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı” gibi en demokratik ve insani hakkın can bedeli kazanımı, bin bir mücadeleyle uygulanmasının sağlanması için verilen mücadele ve nihayetinde tamamının gasp edilmesine karşı gösterilen direnişlerin tamamı; işçi ve emekçilerin, köylülerin, kadınların, gençlerin, Kürtlerin, azınlık inanca mensup kesimlerin ödedikleri bedellerle sürmektedir. En temel insan hakları için verilen mücadelelerin gelişimini yani hareketinin tarihini ortaya koymaktadır. Tam da burada devletin niteliği karşımızdadır.
HAK VERİLMEZ ALINIR ZAFER SOKAKTA KAZANILIR!
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa ile kazanılmış hakların korunması ve kullanılması kadınların mücadelesiyle başarılacaktır. Bir hakkın gerçek bir hak olması ancak kullanılması önünde herhangi bir engel kalmadığında olur. Burjuva-feodal, kadın düşmanı, faşist Türk devleti tüm haklarda olduğu gibi ikiyüzlü bir şekilde halka ve kadınlara yönelmekte kendi bekasını bunun üzerinden inşa etmektedir. Bir gece yarısı KHK ile feshedilen İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili Cumhurbaşkanlığı İletişim Dairesi başkanlığı tarafından “İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı hiçbir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kadınları korumaktan taviz verdiği anlamına gelmemektedir.” açıklaması yapılmıştır. Arkasından “Ankara Sözleşmesi” hazırlıyoruz açıklaması gelmiştir. Kavranması gereken temel konu ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir sözleşmeyi imzalama ya da feshetmesi halkı, kadınları, işçi ve emekçileri, LGBTİ+’ları ya da çocukları korumak için zaten imzalanmadığı, hiçbir yasanın böyle bir nitelik taşımadığı gerçeğidir. Bu sebeple burjuva partiler öncülüğünde ortaya sürülmüş, kimi kadın kurumları özgülünde de sahiplenerek sloganlaşmış olan “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” sloganı sözleşmenin, o sözleşmeyi imzalayan devletin, uygulamayan sistemin niteliğini karartmaya yol açabilmektedir. Kadınlar haklarını direniş ve mücadele ile kazanacak ve koruyacaktır. Dayanacağımız temel yöntem fiili meşru mücadele hattı olacaktır. Bu sebeple kazanılmış haklarımızın gasp edilmesine karşı kadın kitlelerinin öfkesini sokaklara taşıyalım. Sözleşmenin feshedilmesi ile ilgili güçlenen kitlesel duyarlılığı, kadın özgürlük mücadelesinin enerjisi haline getirerek, devrimci kadın kitle hareketini güçlü ve etkili şekilde örgütleyelim. Bunu da ancak bu hareketin bir parçası olurken bu harekete önderlik edecek bir perspektifle başarabiliriz.
“Zincirlerini Kır, Geleceği Kur” kampanyamız ve 8 Mart sürecinde açığa çıkardığımız enerjiyle İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine karşı ülkenin tüm sokak ve meydanlarına yönelen öfkeyi örgütleyerek, bulunduğumuz her alanda bu sürecin örgütlenmesine önderlik ederek, kadın kitlelerini örgütleyelim. Tüm platformlarda ortak mücadele edebileceğimiz en geniş kesimlerle birlikte mücadele olanaklarını arayarak sürecin kadın dayanışması ve birlikte mücadele zemininde gelişmesine ön ayak olalım. Bu sürecin örgütlenmesinde yerel komisyonlarımızı harekete geçirirken çevre çeperimizde olan, eylemlerimize katılan tüm kadınları mücadelenin ve örgütlenmenin parçası haline getirerek daha ileri düzeyde ilişkilenerek örgütleyelim/örgütlenelim. Zengin materyal ve yaratıcılıkla kuşanmış eylem anlayışlarıyla politikalarımızın kadın kitlelerine ulaşmasında daha etkin hareket yaratalım. Hiçbir hakkın mücadele edilmeden kazanılmayacağı ve kullanılamayacağı sınıf mücadelesinin yasasıdır. Kadınlar için bu mücadele daha çetin direniş ve savaşımı zorunlu kılmaktadır. Ancak kadınların öfkesi bu çetin mücadelenin üstesinden gelecek cürete sahiptir. Bu bilinçle kazanılmış haklarımızı sokakta savunalım.