Yıllarca kadınların uğradığı şiddet, taciz, tecavüz ve hatta katletmeye kadar varan toplumsal bir yapıdan bahsedip, bu pratiklerin erkek egemen bir yönetim sisteminden kaynaklandığını bilmemek abes olur. Kadının yaşadığı bu somut durum ilk köle yapılıp yerleşik bir hayata hapsedilmesinden bu yana, katlanarak, olmaz denilen, sınırları zorlayan şiddeti (cinsel, psikolojik, sözel vs…) baskıyı olur duruma getirdi.
Kapitalizmin, özel mülkiyetin hakim olduğu dünya düzeninde her ülkede, o ülkenin “gelişmişliğiyle” (ekonomik, kültürel vs.) paralel olarak kadına biçilen misyon vardır. Ülkelerin kendi içinde ezen-ezilen çelişkilerinin artık sözün bittiği yerlere vardığı durumlarda gelişen mücadele süreçleri o ülkelerde ezilenlerin kazandıkları birçok hak ve taleplerine paralel olarak, kadınlar da elbette birçok kazanım elde edebiliyorlar. Ama ülkemiz gerçekliğine bakıldığında; gerek Türkiye gerekse geri bıraktırılmış, feodal kalıntılardan kendini bir türlü koparamamış birçok ülkelerde kadının toplumsal yaşamdaki yeri daha vahimdir. Daha çok eve kapatılmıştır, daha çok taciz ve tecavüz mağduru vardır (bunu sadece bizlere yansıyanlar üzerinden düşünelim, gerçekte bu durumların daha da yükseklerde olduğunu hepimiz tahmin edebiliriz elbette), daha çok şiddet, daha çok, daha çok…
Kadınlar üzerine oynanan alçakça oyunları, onlar hakkında esas düşünceleri, planları bir hatırlamak lazım. Bugün devleti yönetenlerin, onların akıl hocalarının söylediklerini ve bu anlayışların etrafında toplanan “sanatçı”, “oyuncu”, “yazar” gibi, halkın yanında durmayı hiçbir zaman becerememiş/bilmemiş yandaş, yalaka, oyunbaz bir tabakada yarattığı anlayış ve o anlayışın topluma nasıl geri döndüğünü iğrenç bir şekilde görüyoruz.
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum… anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir… kadına şiddet abartılıyor… evdeki işler yetmiyor mu… türk kadını evinin süsüdür… 6 yaşındaki çocukla evlenebilirsiniz… bir kadın olarak sus…” gibi aslında saymakla bitmeyecek düşünceler silsilesinin dile vurulduğu dönemler bugünün habercisiydi. Böyle bir anlayışa sahip, kadının toplumun neresinde olduğunu tanımlayan bu söz sahiplerinin elbette alkışçıları, her dönemin adamı/kadını kişilik(siz)ler olacaktır.
“Kadın istemezse tecavüze uğramaz… siz de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksınız… şortlu kadınlardan rahatsızım… kadın gibi 100 sene yaşayacağıma adam gibi bir sene yaşarım…” Empoze edilmeye çalışılan anlayışın, yapılanın elbette bir geri dönüşümü olacaktır. İşte burada verilen neyse alınanda tam da istendiği gibidir.
Ekonomik, siyasal dibe vuruşların toplumsal alana yansıması bir yönüyle de böyle olacaktır. Kadını aşağılayan, evli olduğu halde (evli olmasa bile böyle bir hak kimseye ait değildir tabi ki) başka bir kadına tacizde bulunarak hem evdeki kadını hem de taciz ettiği kadını aşağılamayı kendine hak gören, çocuk denecek yaştaki kız çocuklarını evinde alıkoyan “örnek” alınacak, “namus bekçileriyle” sapık, mafyavari kişiliklerle dün boy boy resimler çekiliyor. Onları topluma örnek birer bireyler olarak tanıtıyor. Devletin kanatları altına alıyorlardı. Sonuç ortada! Yani özet aslında “Hoca-Cemaat” ilişkisidir.
Hareketin yasası gereği bugün düne göre yeni-ileri olandır. Yarında bugüne göre yeni-ileri olandır. İnsanlığın vazgeçilmez değişimi-gelişimi böyle olması gerekirken, olan bu değildir. Kaçınılmaz gidişata, adeta direniyorlar demek yerinde olacaktır. Emperyalist-kapitalist dünya sistemi ve onların ablukasında olan ve yörüngesinde dönen sistemler yeryüzünü cennete çevirecek bir gidişatı asla kabullenmeyeceklerdir. Onların varolabilmesi için gereken tedbirlerin alınması da olmazsa olmazdır.
Sistem karşısında yer alanlar zor aygıtlarıyla sindirilmeye, tutsak edilmeye ve hatta gerektiğinde tek tek, gerektiğindeyse ciddi büyük katliamlara uğrarken; toplumun onu yıkacak olan bir karşı duruşa dönüşmemesi için, devletin yaşayabilmesinin garantisi olan dini, toplumsal değer yargılarını, namus, ahlak ölçütünü abartarak/köpürterek taşmasını ve o toplumun zıvanadan çıkmasını sağlamak zorunda. Deyim yerindeyse, yolundan çıkarmak, kendisini bilmez duruma getirmek zorunda.
Bunu düşünmek, dillendirmek, topluma dökmek, etki-tepki dönüşümünü beklemek ve adım adım ölümcül bir virüs gibi onu yıkacak olan, onun sonunu getirecek olanların damarlarına nakletmek aslında işin en önemli boyutu. Çünkü ahlaksal olarak yozlaşmış bir toplum, çürümüş olan bir meyvenin kurtarılamaması kadar zordur. O zaman geldiğinde, on yıllar belki yüz yıllar kanın temizlenmesini bekleyecek bir toplumla karşı karşıya kalınır.
“Hiçbir şey imkansız değildir” elbette. Ama devrimci/komünist kadının/erkeğin işi daha zor olacaktır. Burası muhakkak. Bu ölümcül virüsün panzehiri de bellidir. Doğru, ahlaklı, savaşan bir kadın/erkek yaratmak için öncelikle kendimizden başlama cüretini göstermeliyiz. Halk için canını tereddütsüzce feda etmiş kadın ve erkeklerin yaşamlarına bakalım. Onların hayatlarından öğrenmek, onları uzun yolumuzda kirlenmeden yürüyebilmek için örnek alabilmektir. Tarihimizin sayfalarını çevirdiğimizde sözlü ve yazılı birçok aktarımı göreceğiz. Belirleyici olan biziz. Kişinin kendisidir. Yoldaşlarımızdan öğrenelim. Dostlarımızdan öğrenelim. Dünya devrimlerinin bize bıraktığı o güzel mirastan öğrenelim gerçek ahlakı, kültürü.